Covid 19 salgını başladığı günden bu yana hepimiz evlerimizin içinde koca bir dünyayı izleme şansı bulduk. Elimizdeki büyüteçle yakınlarımızı, yeni keşfettiklerimizi, hastalıkları, ölümleri ve tereddütlerimizi takibe aldık. Pandemi öncesinde en son lisede gördükleri fen dersleri kadar bilime yakın olan insanlar, son 1,5 yıl içinde asla karşılarına çıkacaklarını tahmin etmedikleri bir şeyin içinde buldular kendilerini. Panik ve yasaklarla süren bu dönemde büyüteçlerle okumayı değil, modern dünyanın bizi alıştırdığı hap bilgilerle dolu videoları izleyerek ya da ‘hero’ kılığına girmiş doktorlardan dinlemeyi tercih ettik.
Hatırlarsanız henüz salgının başıydı ve her kafadan yüzlerce ses çıkıyordu. Alanı viral hastalıklar olmayan popüler doktorların konuk edildiği programlar hiç almadığı kadar rating alıyordu. TV kanalları rating aldıkça aynı konuları, derinlemesine araştırmadan sadece birilerinin görüşüne dayandırarak vermeyi tercih ettiler. Böylelikle birçoğu günü kurtardı. Evlerine kapanan insanlar da onları dinlediler, sosyal medyada paylaştılar, birbirlerine anlattılar ve bir kişinin varsayımı olabilecek cümleler doğruluğu kanıtlanmış bilgiler olarak kulaktan kulağa yayıldılar.
Kültürümüz geçmişten de gelen bir anlatıcılık geleneğine sahip… Bilgiye ulaşmamızı sağlayacak ansiklopedik bir kaynak ya da makale kimsenin tercihi olmuyor. Dolayısıyla biz doğru bilgiye ulaşmak yerine titri olan ve herkesin anlayabileceği dili kullanarak uzmanmış gibi konuşan kişileri daha çok dikkate alıyoruz. Tesadüf bu ya, pandemiye de aşıya da inanmayan kitlelerin önderi de bu uzmanlar oldu. Geçtiğimiz günlerde yapılan araştırmaya göre, Facebook ve Twitter’da paylaşılan tüm yanlış ve yanıltıcı bilgilerin yüzde 65’inden sadece 12 kişi ve örgütleri sorumlu. Tüm bu kaos içinde, bilimin akılcı metotları ve dinamikleri olduğunu görmezden gelen normal insanlar, yakınlarındaki doktorlara ya da daha kötüsü isim yapmış üniversitelerden herhangi birini bitirmiş tanıdıklarına da fikir danıştılar. Virüs nasıl bulaşıyordu? Neye dikkat etmek lazımdı? Aşı gerçekten gerekli miydi? Gerekliyse hangi aşı seçilmeliydi? MRNA aşıları yüzünden hepimizin sonu mu gelecekti? Sonuç olarak, whatsapp gruplarında arkadaşıma, dayıma sordum diyerek dolaşan öznel fikirler, bilimsel gerçeklerle çarpışır hale geldi.
Daha dün Facebook’ta binlerce üyesi olan bir anne grubunda, öğretmen bir anne aşı hakkında bir post açmıştı. Yakınındaki ve temas ettiği birçok kişi virüsü kapmıştı ama şans eseri ona bulaşmamıştı. Virüs onu teğet geçmişken aşı olarak virüsü bünyesine alması doğru olur muydu? Soruyu soran bir öğretmendi, evet. Kafa karışıklığının ve yanlış bilgiye inanma eğiliminin eğitim seviyesi ile ilgili olmadığı çok açık bir gerçek…
Türkiye, çok uzun zamandır bilimsel ve sosyal birçok alanda dünyadan kopuk yaşıyor. Bu süreçte, en önemli şansımız yurt dışında çalışmalarını yürüten Türk bilim insanlarını tanımak oldu. Farklı saat dilimlerinde yaşayan bu insanlar, gerekirse insanlara tek tek cevap vererek, çılgın bir mesai harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. Ancak kültürel geleneğimiz burada da devreye giriyor. Bilimsel gerçekleri açıklayan uzmanların yorumlarının altında kendi özel durumunu aktarıp bireysel danışmanlık isteyen insan sayısı o kadar çok ki…
Genel görünüş şu ki; birçoğumuz hala ortaya serilen gerçekleri değil ortaya özellikle serilmeyenlerin gerçek olduğuna inanmayı tercih ediyoruz. MRNA aşılarına şüpheli yaklaşan kitleye, istediğiniz kadar dünya tarihinde bugüne kadar uygulanan aşılarda tespit edilen sorunların “ilk 3 ayda” ortaya çıktığını söyleyin, beyhude bir çaba olmaktan öteye geçmeyecektir. “Şüphe” duyarak entelektüel olduğunuzun düşünüldüğü bir dünyada, “kime inandıysak en büyük pişmanlığımız” diyen bir neslin doğru bilgiye ulaşması için belki birkaç pandemi daha atlatmamız gerekiyordur, kim bilir?